Nostalji 2008 | Cem Acar

Cem Acar, kimdir? Bize satır başları ile özetleyebilir misin?

İstanbul doğumluyum. Liseyi bitirdikten sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’nde elektrik mühendisliği eğitimi gördüm. Sonrasında yurt dışı maceram başladı. Önce Suudi Arabistan’da, ardından çok kısa süre Türkiye ve ağırlıklı olarak Sovyetler Birliği ve Rusya. Bildiğiniz üzere, son iki sene Türkiye’deyim. Uzun süredir profesyonel olarak çalıştım, son 4-5 senedir kendi işlerimle, kendi şirketlerimle ilgileniyorum. Faaliyet alanım çoğunlukla dış ticaret, ham madde üzerine. Çok yeni olarak ta yurt dışındaki alıcılara emlak pazarlaması konusuna girdim. Müşteriler genellikle Rusya ve Ukrayna’dan. Güneyde, Mersin’deki sitelerde çok özel daireler satılması konusunda çalışıyoruz.

-Sezonu K4’te Tırmanma Şampiyonu olarak tamamladın. Öncelikle, şampiyonluğun sende yaşattığı duyguları öğrenebilir miyiz?

Samimiyetle şunu söylemeliyim; bu sene şampiyonluk, benim için tabii ki çok önemliydi. Çok hoş, insana mutluluk veriyor ama bütün bunların ötesinde ben, yıllar sonra Maxi Megane ile parkura çıkıp kendi kendime keyif aldığım bir dönem yaşadım. Şampiyonluk ile birlikte o otomobili kullanmak, ısınmak ve özellikle son yarışta biraz olsun otomobilin hakkını verebilmiş olmak, en az şampiyonluk kadar önemliydi benim için. Bu Türkiye’de 2’nci şampiyonluğum. Daha önce Moskova’da 1998-99’da şampiyonluğum da var, ama Türkiye’de ilk şampiyonluğu 1998 senesinde Şahintepe’deki tırmanma finali sonrasında kazanmıştım. O zamanlar iki kategori yarışıyordu; ben de Lancia Delta Integrale ile Kategori 2’de şampiyon oldum.

– Cem Acar son zamanlarda, parkurların efsane otomobillerini toparlayarak garajında değerlendiren birisi olarak öne çıktı. Bu nereden ileri geliyor? Biraz pahalı bir merak değil mi?

Evet pahalı bir merak, ama ben çok seneler yurt dışında kaldım. Herhalde o zamanlar hem arkadaşlarıma, hem bu otomobillere duyduğum özlemle doğdu sanırım bu. Önce Manta 400 ile başladım. O’nun yerini diğerlerinden her zaman ayrı tutarım. Ardından, Rusya’da edindiğim Lancia’yı Türkiye’ye ithal ettikten sonra garajda tutunca, bunun arkası geldi. Ama dediğim gibi, yurt dışında kalmanın getirdiği bir özlemle, sahip çıkma duygusu herhalde. Tarz olarak da ‘koleksiyon’, yaşamımın her noktasında var, belki de bunun bir uzantısı bu, onu da bilemiyorum. Tren, pul, otomobil, fotoğraf makinesi koleksiyonu yaparım. Çok ciddi tren koleksiyonum var. Belki de bunun bir uzantısı.

– Garajda neler var?

Bence hemen hepsi birer efsane; Ali Bacıoğlu’nun ALM 30 Manta 400’ü, ki bunu Serdar Bostancı’dan almıştım. İskender Atakan’ın Lancia Delta Integrale’si, ki en son Evolution olanı.. Bunu da İtalya’dan Rusya’ya getirip, iki sene Moskova’da kullandım ve şampiyon oldum. Sonra da Türkiye’ye ithal ettim. İki tane Renault Maxi Megane var; biri Nejat’ın Avrupa şampiyon olduğu asfalt versiyonu.. İkincisi toprak versiyonlu ama şu an tamamen asfalt settingi ile tutuyoruz. Bir de RS 2000 hazırlıyoruz şu an. Aslına sadık kalınarak çok ciddi bir şekilde yapıldı. 4-5 Hafta içinde garaja dahil olacak.

-Renault fabrika takımının eski araç parkının gözdeleri bugün sende diyebilir miyiz?

Her şeyleri ile birlikte evet. Ayrıca, özellikle Megane için Fransa’ya gidip parçalar aldım. Her şeyi ile, yedek parça parkı ile birlikte dörtlük dörtlük oldular, bende. Renault’dan aldığımız parçalar inanılmaz boyutta. Ancak Megane’nın eksik olan bazı motor parçalarını da Fransa’dan edindim. Hatta bir de yedek motor aldım. Renault’ların parça olarak bir sorunu yok, müthiş yedekleri var elimde. Ama Manta 400’ün, aldığımda ve sonrasında temin ettiğim parçalarıyla şu an yarım blok motordan, komple şanzımandan, birkaç tane diferansiyele kadar her türlü parçası var. Body parçaları da dahil olmak üzere, yok yok! Lancia’nın ise akla gelebilecek tüm yedek parçaları, birkaç tane şanzıman, birkaç tane ön diferansiyel, akslar, traversler, kollar, 7-8 tane turbo gibi bol bol parçası var. Benim, bu otomobilleri parçaları ile birlikte edinme gibi bir tarzım var zaten..

-Eski efsanelerin direksiyonuna oturmak sana nasıl bir tat veriyor?

Tarif edilmez bir duygu. Çok farklı.. Kendimi çok özel hissettiğimi söyleyebilirim.

-Mesela Manta’nın direksiyonuna geçtiğinde, Bacı’nın izlerini hissedebiliyor musun?

Hem Bacı hem de Serdar ile çok iyi görüşüyorum, çok yakın dostlarım. Nejat’ı da tanır ve severim. Bu otomobillere bindiğim zaman dediğin gibi bir ruh halim olmuyor ama orada o otomobillerin insanlar tarafından gördüğü sevginin potansiyelini biliyorum sesi ve tarzıyla ne kadar göze hoş gelen bir ekolu var ya, ben de onun mümkün olduğunca hakkını vermeye çalışıyorum ve bu, çok başka bir şey!

-Efsaneleri edinirken, bunlarla bir gün olsun yarışmayı mı düşündün yoksa hazır elinde var iken yarışmaya mı karar verdin?

Her zaman için yarışmayı düşündüm. Ama otomobil seçimlerini yaparken, benimle tercih ettiğim otomobil arasında hafif bir aşk-meşk oluyor. Ben önce otomobile bir aşk ile bağlanıyorum, seviyorum, ondan sonra alabiliyorsam alıyorum ve ardından da yarışmaya sıra geliyor. Ama her şıkta otomobilleri yarışmak maksadıyla alıyorum.

-Garajdaki efsaneler içerisinde gözden hangisi?

Herhalde o zamanlar çektiğim en büyük zorluk ve benim için ‘ilk’ olmasından ötürü Manta 400’ün yeri çok başka. Ama ondan sonra beni çok etkileyen otomobil dersen, ki Lancia da beni çok etkiledi ama Megane’dan daha çok etkilendiğimi söyleyebilirim.”

-Koleksiyona yaptığın yatırımlara kişisel harcamaların olarak mı bakıyorsun yoksa durduğu yerde kıymet kazanıyor mu?

Ne Lancia’nın, ne Manta’nın, ne Megane’ların Türkiye’de bir ikincisi yok! Ayrıca, dünya çapında bakarsan bunlar gitgide azalıyor ve değerleri artıyor. Dolayısı ile kesinlikle bunların kıymeti yükseliyor. On sene sonra ne olacağını kestiremiyorum ama hepsi artan bir değere sahip. Türkiye için ise durum biraz farklı; Türkiye’de bu otomobillerin değerlerini bilen çok az sayıda insan var.

-Bu efsaneleri toparlayıp garajında muhafaza etmeseydin, sence bunlar ne halde olurlardı?

Eminim ki bunlar çöp olurdu. Bunlardan Lancia farklı, Rusya’dan getirmeseydim ya orada veya İtalya’da birine giderdi ama diğerleri yüzde yüzde çöp olmaya doğru giderdi. Manta’yı mesela, BP’den ilgisiz birisi alsaydı caddeye döndürürdü, böyle heba olmuş çok otomobil var biliyorsunuz..”

-Hiç, isteyip te alamadığın bir otomobil oldu mu?

Çok şükür olmadı, ama bundan sonra almayı istediklerim var ama..

-Bu işin sonu var mı?

Hayatta hiçbir şeyin sonu yok. Bugün bir çok şeye sahip olabilirsin; evin araban varken ardından yazlık almak istiyorsun. Sonra başka bir şey istiyorsun. İstemenin sonu yok. Ama hiç bir zaman bunları yaparken benim yaşam standardımı zedeleyebilecek bir durum olmaması lazım.

-Klasik otomobil garajına sahip olmak, kişisel yaşantında, iş hayatında sana nasıl bir motivasyon sağlıyor?

Bu benim hayat stilim, beni şarj ediyor. Hoşuma gidiyor, gidip görmek, hissetmek çok hoş bir şey. Dragos’ta yapmış olduğumuz garajda üst tarafta ofisim var ama nefes almak istediğimde altta bu otomobiller bulunuyor. Güzel bir formasyonla birleştirme imkanı oldu, bu yüzden kendimi şanslı addediyorum, açık söylemek gerekirse..

(Aydın Hoşgör’ün Mekanik Sporları Dergisi’nin 2008 Ocak ayında çıkan 62’nci sayısında yayınlanan röportajı özel izni ile redakte edilerek alıntılanmıştır) | 8 Nisan 2020 : 17.00

Son 70 haber

Yoruma kapalı

Go To Top